Dünya yüzeyindeki bütün medeniyetler, milletine ait maddi ve manevi değerlerin tümünü, zaman içinde kendine has duyuş, düşünüş ve kendini ifade ediş tarzı ile kültürlerine sindirirler ve gelecek nesillere aktararak bunu sürdürürler. Bütün bu hadiseler ise zaman dediğimiz kavram üzerinde gerçekleşir.
Peki, bu hepimizin içerisinde yaşadığı, varlığını müşahede ettiği zaman nedir? Mitolojiden müziğe, edebiyattan, sanata, fizikten felsefeye, matematikten astronomiye ve sinema sanatına kadar insan, tarih boyunca zaman kavramını sorgulamış ve anlamaya çalışmıştır. Zaman kavramı, anlaşılması en güç olan kavramlardan biridir. Ne sadece fizik bilimi, ne de felsefe bunu tam olarak açıklayabilir. Felsefeyi ve fiziği, ortak bir şekilde kullanıldığımızda belki zamanı anlamaya biraz daha yaklaşmış oluruz.
“Zaman nedir?” sorusunu yaşamımız boyunca kendimize sorarız ve yanıtlarımız döneme, içinde bulunduğumuz şartlara göre değişkenlik gösterebilir. Bugünün kapitalist dünyasında, zaman para demektir. Veya kapitalizmin akıl yürütücülerinin ifadesiyle “vakit nakittir”. İnsanlar kapitalist dünyada koşuştururken her dakikalarını, zamanı para ile ölçerek ve onu paraya çevirerek değerlendirmek istiyorlar. Çünkü sistemin onlardan beklediği ve istediği budur. İnsanlar oluşturulan bir zaman pistinde, yarış atları gibi birbiriyle yarıştırılıyor. Bu yarışı da bazı hazırcevaplığa müsait ifadelerle hayatımızın ortasına yerleştiriyorlar:
“Doğru zamanda doğru yerde olman gereklidir, işe geç kaldığın bir dakikanın bile hesabı sorulur, dakik adamlar işinde ciddi adamlardır…” Bu düzen ise kişiye, zamanın para demek olduğunu öğretir. Kişi de zamanını hep daha fazla para kazanmaya yönelik olarak harcar.
Gerçekte zaman diye bir kavram var mıdır ya da bazı filozofların belirttiği gibi sonradan mı icat edilmiştir? Zaman’ın olmadığı bir yer var mı? Zaman, Newton’un belirttiği gibi homojen, sıralı bir şekilde akan mutlak bir kavram mıdır yoksa Einstein’in tezindeki gibi göreli midir? Bu ve benzeri ifadeler benim boyumu aşan büyüklükte cevaplar bekleyen sorulardır.
Zaman kavramı edebiyatta da birçok şair, romancı ve denemecinin konusu olmuştur. İnsan, edebiyat vasıtasıyla da zaman kavramı üzerine düşünmüş fakat yine de kesin bir sonuca varmamıştır. Hatta her millet zaman kavramını kendi düşünce dünyalarına göre de ayrı ayrı yorumlamıştır.
Türk edebiyatında zaman kavramını belki de en iyi anlatan eserlerden biri Ahmet Haşim’in 1921’de önce Dergâh dergisinde yayınlayıp daha sonra “Gurabahane-i Laklakan” isimli eserine de aldığı “Müslüman Saati” yazısıdır. Haşim, bu yazısında Tevfik Fikret’in “Yağmur” şiirindeki “Küçük, muttarid, muhteriz darbeler” diye anlatmaya çalıştığı damlalar gibi hayatımıza işlemiş olan zamanın nakşını gözlerimizin önüne seriyordu. Haşim’in renkli üslubu ile anlattığı bize has yaşanan zamanları, saatleri, gün ve geceleri biz bu yazı ile buluyorduk. Tabii Haşim’in saatten kastettiği de zamanı ölçen alet değil, bizzat zamanın kendisiydi.
Şimdilerin alafranga takvimine ve zamana uyulmasından önce bizim eski hayatımızın özelliklerini yansıtan saatlerimiz, günlerimiz, aylarımız, mevsimlerimiz vardı. Bizim saatimiz teknolojinin dayatmasıyla değil, kendi kültürümüzle, halk muhayyilesiyle ve bilgisinin zenginliğiyle ölçülmüş, biçilmiş, isimleri konmuş bir zamanı anlatırdı. Kocakarı soğuklarını, kızıl erik, kara erik, çaylak, leylek, çiçek, filizkıran fırtınalarını gün gün tayin eden bir kültür zenginliğini de… Bu zaman, ağaçlara suyun yürüdüğünü, feryad-ı andelibin (bülbül ötmesinin) başladığını, gül budama vaktinin geldiğini, sam yellerini, eyyam-ı buhur dediğimiz sıcak günleri, şeb-i yeldayı (uzun geceleri), meltemleri bildiren bir zamandı. Şimdiki zamanı yaşayan bizler için artık sadece mevsimlerin adı var. Fırtınalar sadece fırtına, günler sadece gün, geceler de sadece gecedir, birbirinden farkı olmayan.
Haşim’in, saatlerin değişmesi ile yeni vakit ölçerlerin hayatımızı “bir zelzele gibi” altüst edişini anlatan Müslüman Saati isimli denemesi bakın bize neler söylemektedir:
“…Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler.”
Zamanın ne olduğu üzerine düşünüp Haşim ile zamanı kendimize göre anlamlandırmaya çalışırken belki de yüzyıllar öncesinden atamız Bilge Kağan’nın kardeşi Kül(Köl) Tigin adına diktirdiği anıtta söylediği ve anıtın kuzey yüzüne nakşettirdiği söz, bizim zamanı anlamamıza ve anlamlandırmamıza daha çok yardımcı olacaktır.
Bilge Kağan: “Özüm sakındım öd Tanrı yaşar kişi oglı kop ölgeli törümis ança sakındım.”
(Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım.)
Fatih KUTLU
(GÜNÜN TÜRKÇESİ)